17 Şubat 2012 Cuma

Dersim’de 6 gün

Mirakyan aşiretinden Dersimli bir Ermeniyle Diran Lokmagözyan
Ne ben, ne babam, hatta ne de büyükbabam Van’da doğmamışız. Dedemin dedesiymiş Vanlı olan, fakat ben kendimi Vanlı olarak kabul ediyorum, tıpkı babamın kendisini Vanlı olarak kabul ettiği gibi. Sanırım bu Ermenilere özgü bir durum. Toprakla olan bağ. “Herhangi” bir toprakla değil, “öntoprakla”. Bir başka husus da, Batı Ermenistan ve Doğu Ermenistan’ın farklı yörelerine karşı farklı duygular hissetmem olmuştur. Üzerimde özel bir çekim gücü yaratan yerlerden biri de Dersim’dir. Bu olguyu irdelemeye çalıştım, fakat mantıklı bir açıklama bulamadım. Van, anlaşılabilir, kökenim oradan, fakat neden Dersim veya Karabağ? Cevabını bulamadım, fakat olgu mevcut. Bu yüzden de Dersim’i ziyaret etme imkânı doğduğunda çok heyecanlandım. Pek uygun bir zaman da değildi ve ikilemdeydim. En son günü gitmeye karar verdim ve şimdi, bunun çok yerinde bir karar olduğunu kesinlikle söyleyebilirim. Doğru olan, fırsatı kaçırmamaktır.
Sadece 3 gün Dersim’de kalıp, geri kalan 7 günü Diyarbakır, Muş, Van ve Kars’ta geçirmeyi düşünüyorduk. Bazı sebeplerden dolayı Dersim’de 6 gün geçirdik ve Dersim’i daha iyi tanıyabilmek için 16 veya 26 günümüz olmadığından dolayı hayıflananın sadece ben olmadığıma eminim. Türkiyeli olarak, bu ülkeyle devamlı bağlantı içindeyim ve tabii ki, benim Türkiye’ye bakış açım diğerlerinden farklıydı. Ben Türkiye’nin hem doğusunu hem de batısını biliyor, insanları tanıyor, onları etnik ve dini özelliklerine göre ayırt edebiliyorum, insanların haletiruhiyesine ve kültürüne vakıfım vs. Hayatlarında ilk defa Türkiye’yi ziyaret edenler için ise Türkiye, bu yolculuk esnasında gördüklerinden ibarettir.
Dersim, son yıllara kadar “kapalı bölge” olduğundan dolayı, bu bölge ve orada yaşayan insanlarla ilgili veriler son derece azdır. Dersim’le ilgili “en bilgililerden” biri olmama rağmen şaşırmıştım.
Birincisi, bambaşka bir Türkiye buldum. Bu bölge ve insanları, ülkenin diğer bölgelerinden farklıydı, özellikle de kültürel alanda. Kültür kelimesi burada dar anlamda kullanılmamaktadır. Kültür olarak giyim-kuşam, davranış, kadın-erkek ilişkilerinden bahsetmekteyim. Etnograflar için burada zengin, işlenmemiş ve Armenoloji’yle yakın ilişki içinde olan bir alan var.
Dersim’le ve burada yaşayan “Zazalarla” ilgili Osmanlının erken dönemlerinden itibaren veriler bulunmaktadır. Lakin bu veriler bilimsel olmaktan çok uzaktır. Bunlar daha çok, doğu ülkelerine sefere giden hangi Osmanlı sultanının Dersim’den geçerken “eli değmişken” kaç Alevi-Zaza katlettiğiyle ilgili kayıtlardır. Yanlışlıkla (bilinçli olarak da) “Zaza Kürtler” olarak anılan Zazalar, genelde, ormanlarla kaplı Dersim dağlarında yaşamışlardır. Zazalar, Alevi dinine ait olmuş ve yüzyıllar boyu baskı altında olmalarından dolayı kendilerini, Şii mezhebinin bir koluna ait olan Müslümanlar olarak takdim etmeye çalışmışlardır. Zazaların ezici çoğunluğu Alevi olmasına rağmen, Dersim’in dışında yaşayan Sünni Zazalar da vardır. Diğer taraftan, Kürt ve Türk Aleviler de mevcuttur. Alevilik ve Bektaşi-Alevi inanışı hakkında daha uzun konuşmak mümkün olmasına rağmen, burada sadece Aleviliğin özgün bir din olup, bir Müslüman mezhebi olmadığını vurgulamakla yetinmek istiyoruz. Güneşe tapınma üzerine kurulu olan Alevi inanışı, zamanla bazı Hıristiyanlık unsurlarını da içinde eritmiştir. Aleviler camiye gitmemekte ve Alevi kadınlar örtünmemektedir. Bu son nokta da, bu bölgenin, Türkiye’nin diğer bölgelerinden ayrıldığı en belirgin özelliğini göstermektedir. Dersimli Zazalar, fiziki yapılarından dolayı da, özellikle Diyarbakır, Muş, Van ve Kars gibi komşu bölgelerde yaşayan Kürtlerden ayrılmaktadır. Bu bölgeyi, Türkiye’nin diğer bölgelerinden ayıran bir başka özellik ise, Ermeni olmanın burada sadece bir gurur vesilesi olmasıdır. Bir örnek verelim, sondan bir önceki gün, akşamüzeri Ovacık’a vardık. Ermenistan’dan bizimle gelmiş olan “Maratuk” dans grubu da başka gruplarla birlikte sahneye çıkacaktı, fakat ertesi günü kapanış konseri olduğundan dolayı “Maratuk” gücünü kapanış konseri için saklamaya karar vermişti. Ermeni ekibinin olmaması, seyircileri son derece müteessir etti. Özellikle bir kız büyük hayal kırıklığına uğramıştı. Suçu o günlerde ortaya çıkmış olan ve Afrika çöllerinden gelen kırmızı toz bulutuna dahi yükleyip, bin bir çeşit argümanla grubun neden gelmediğini açıklamaya çalışıyorduk. Lakin kızı ikna etmek mümkün değildi, devamlı olarak “Biz Ermenileri çok sevdik, komşu köylerden sırf Ermenilerin oyunlarını seyretmek için geldik, Ermeniler yoksa, biz de hemen şimdi kalkar gideriz”,- diye tekrarlamaktaydı. Benzer bir “Ermeni yakınlığının” dışavurumu, beni ailesinde Ermeni olup olmadığı sorusunu yöneltmeye sevk etti. Cevabı beni şok etti ve o kızın içen sözlerini bugüne kadar hayretle hatırlamaktayım. “Bilmiyorum, fakat keşke öyle olsa”!
Türkiye’nin hiçbir yerinde benzer bir şey duyamazsınız. Üstelik, “Ermeni atalar bulma ümidiyle” köklerini araştıracağını da ekledi. Biz ise Ermeniler bulduk, hem de öyle bir bollukta ki, şayet ben görmeden önce biri tüm bunları bana anlatmış olsaydı abartma olarak kabul ederdim. Her taraftan Ermeni “fışkırmakta” veya Ermeniler hakkında anlatılanları duymaktaydık. Köy olsun, orman olsun, bağ olsun, hemen hiçbir yer yoktu ki Dersimliler, oranın Ermenilerin olduğunu, Ermenilerin inşa etmiş olduğunu veya Ermenilerin dikmiş olduğunu söylemesin. Hemen tüm ağaçlar (meyve ağaçları) bize “Ermenilerin diktiği ağaç” olarak gösteriliyor, ağaçların genç olduğu durumda da bunlar “Ermeni kültürünün devamı” olarak sunuluyordu. Tüm bunlar bizim için son derece hüzünlüydü. Vefasız olmayan insanları görmek sevinçli bir hüzün bahşetmekteydi. Dahası, Ermeni olmak, boynunda haç asılı olara sokaklarda gezmek bir onurdu burada. Ermeni olduğumuzu duyunca, insanlar büyük bir ilgi ve sevgiyle yaklaşıyorlardı. “Yüzyıllarca kardeş gibi yaşadık” deyimi Türkiye’de son yıllarda bir slogana dönüşmüş gibi, lakin bu sloganı hemen bir “fakat” takip edip, yabancı devletlerin kandırması ve Ermenilerin ihanetiyle ilgili az veya çok suçlamalı tonlamalarla “resmi tarih” kalıpları sunulmaktadır. Türkiye’de artık slogana dönüşmüş olan bu sözler, burada başka türlü çınlamakta, öncelikle, büyük bir samimiyetle kardeşlikten söz edilmekte ve Ermenilerin ihaneti yerine, Ermenileri nasıl kurtardıklarına dair hikâyelerle son bulmaktaydı. Biz ise bunun gerçekliğini iyi bilmekteyiz. Ermeni kökenlerinden bahsedenler çoktu, hatta kendilerinin safkan Zaza olduğunu, yani Ermeni köklere sahip olmadıklarını belirtenler hayli azdı diyebiliriz.
Maalesef, çok az sayıda saf Ermeni bulduk. On yıllar boyunca Ermeniler sadece dillerini kaybedip Zazaca, Kurmançice ve Türkçe konuşmakla kalmayıp, dinlerini de kaybedip Aleviliği kabul ederek Zazalarla evlenip karışmışlar. Sebebi ise büyük bir ihtimalle evlenmek amacıyla kendi aralarında eş bulamamaktı. Alevilerin genellikle, Zaza Alevilerin ise özellikle Ermenilerle akraba gibi olmaları ve onlara karşı sevgi ve saygı duymuş olduklarını da göz ardı etmemek gerekir. Bunu biz de 6 gün boyunca hissettik.
Kendimizi kardeş ve kız kardeş çevresinde hissediyorduk. Geçmişte Alevi pirleri ve Ermeni rahipler birlikte ayin düzenliyor, Ermeniler ve Aleviler birlikte aynı kutsal mekânları ziyaret edip, birlikte dua ediyorlardı. Bu konuyla ilgili çok sayıda anı vardır. Günümüz Türkiye’sinde artık çok sayıda insan ailesindeki Ermenilerden bahsetmektedir. Bunlar ise ezici bir çoğunlukla “Ermeni ninelerdir”. Biz Ermeniler, “kurtarılmış” Ermeni ninelerin hikâyelerini iyi biliriz. Dersim’de ise durum farklı. Burada, “Ermeni nineler” yerine komple aileler var ve burada şu sözleri duymak mümkündür “Baba tarafım saf Ermeni, anne tarafım ise yarı Ermeni”.
Mihran Pırgiç Gültekin
Dersimliler arasında Mihran Pırgiç Gültekin adında, sonsuz bir enerjiyle donatılmış olup, faal volkana benzeyen bir fenomen var. Mihran Zazalaşmış-Alevileşmiş olup, köklerine geri dönmeye karar vererek ismini ve dini değiştirmiş Ermenilerdendir. Mihran, “Dersim Ermenileri Derneğini” kurar ve neredeyse tek başına tüm derneğin faaliyetini üstlenir. Kertenkele gibi, bir var-bir yok. Sabah Paris’tedir, akşam Köln’de, ertesi gün Yerevan’da, bir de bakmışsın Dersim’e ulaşmış. Dersim’deki “Munzur Tabiat ve Kültür Festivaline” katılımımızı o organize etmişti. Şüphesiz, Dersim ziyareti her bir Ermeni’nin yüreğinden bir coşku uyandıracaktı, fakat Mihran’ın düşüncesi Ermenistanlı Ermenilerin coşkusu değildi. Ermenilerin Dersim ziyaretinin, ilk başta Dersim Ermenilerinde yaratacağı coşkuyu, yaklaşık 100 yıl dış dünyadan kesilmiş, ana dillerini unutmuş, dinlerini değiştirmiş, kaygılar içinde, asimilasyon batağına gömülmüş Dersimli Ermenileri düşünmekteydi. Bu insanlar Ermeni kökenlerinin bilincini kaybetmemekle birlikte, yeni kimlikleri ve dinlerini sanki kabullenmiş durumdalar. Mihran, bu insanların yüreğinde Ermeni olma bilincini tekrar uyandırabilmek için çaba sarf etmektedir. Lakin bu, insanların kendilerini Alevi olarak dahi ifade etmekten kaçındıkları, çok sayıda Alevinin, kimliğini deşifre etmemek için camiye gittiği Türkiye şartlarında devasa bir uğraştır. Ermeniler de deşifre olmak istememektedir ve kendilerini “Dersim Ermenileri Derneğine” üye olmaya, toplantılara gelmeye, Ermeni olarak yaşamaya ve Ermeni kimliklerini çevrelerinden saklamamaya ikna etmek büyük çaba gerektirmektedir. Mihran, çok sayıda Ermeni’nin ve dans grubunun ziyaretinin, Dersim dağlarında Ermenicenin, Ermeni müziği ve dansının yankılanmasının, Dersimli Ermeniler arasında coşku yaratıp damarlarındaki Ermeni kanını harekete geçireceğini düşünmekteydi. Munzur Nehri’nin kaynaklarının bulunduğu “Gözeler”den dönerken, Mihran’ın omuzlarına aldığı işin ne kadar zor olduğuna bir kere daha şahit olduk. Mihran bizi, kimliklerini saklamayıp Mihran’ın kurmuş olduğu derneğe de üye olan Ermenilerin yaşadığı Yeşilyazı Köyü’ne götürmeye söz vermişti. Otobüsün yanında toplanırken, yaşlıca bir kadın sorgu-sualsiz otobüsümüze bindi.
Mihran, bu otobüsün köyler arasında ulaşımı gerçekleştiren otobüslerden olmadığını açıklamaya gitti ve biraz konuştuktan sonra gülmekten kırılarak yanımıza döndü. Bu kadının, tam da bizim ziyaret etmek istediğimiz kişilere gittiği ortaya çıkmıştı. Yolda giderken, teyzeyle sohbet etmeye başladık. Kendilerini açıkça Ermeni olarak tanımlayan bir ailenin üyesi olarak, Ermeni olduğunu kesinlikle inkâr ediyor ve kendisini “Alevi-Müslüman” olarak tanımlıyordu. Köyde, teyzenin öz oğlu olan 30 yaşlarında bir genç, kendisini açıkça Ermeni olarak takdim edip, annesinin de Ermeni olduğunu, fakat bunu gizlediğini söylüyordu. Tüm çabalarımız boşunaydı, “Alevi-Müslümanlığından” taviz vermedi. Sadece, aramızdakilerden biri haç çıkardığında, bir anlığına gözlüklerini çıkartarak, belli etmeden yaşlı gözlerini sildi. Bu teyzenin 10-12 yaşlarındaki torunu ise kendisini ne Ermeni, ne Kürt, ne de Zaza, doğrudan Türk olarak kabul etmekteydi. Tam gitmeye hazırlanıyorduk ki, bu teyzenin bir başka akrabası geldi ve geceyi kendilerinde geçirmemiz için rica etti. Ne kadar şey vardı konuşacak, öğrenecek, fakat maalesef gitmemiz gerekiyordu. Yıllarca uzak kalmış akrabalar gibi bize sarıldı. Gerçekten de öyle değil mi? Hem insanlara, hem de toprağa yönelik bu akrabalık hissi yolculuğumuzun sonuna kadar bizi bırakmadı.
Hozat’tan geçiyorduk. Türkiyeli bir Ermeni olarak yabancı ortamlarda insanlarla ilişkiye girmekten genellikle kaçınırım. Bu, Türkiye’de yaşayan tüm Ermenilere has bir nevi savunma içgüdüsüdür ve bu yaklaşımın radikal dışavurumunu o yaşlı kadının örneğinde görmüştük. Ermenistanlılar ise, benzer bir “savunma” içgüdüsünden yoksun olduklarından dolayı herkesle samimi sohbetlere girip, Ermeni olduklarını ve Ermenistan’dan geldiklerini açıklıyor, milli konular hakkında çekinmeden konuşuyor, bir an bile karşılarındakinin kim olduğu hakkında düşünmüyorlardı. Yukarıda belirttiğim gibi, Dersim, sanki Türkiye değildi ve benim “elde edilmiş” temkinliğimin tamamen manasız, Ermenistanlıların “temkinsizliğinin” ise yerinde olduğu ortaya çıktı. Çay bahçesinde oturan bir grup genç, Ermeni olduğumuzu duyduklarında hemen aralarından bir kızı Ermeni olarak gösterdiler. Gerçekten de Ermeni olduğu, hem de karışmamış bir Ermeni olduğu ortaya çıktı. Mersin Üniversitesi’nde okuyordu ve tatilini geçirmek üzere Munzur festivaline gelmişti. Bu festival gerçekten de, dünyaya yayılmış, sayıları hiç de az olmayan Dersimlilerin burada toplanmaları için bir fırsat teşkil etmekteydi.
“Ermeni Sorunu” 1915 yılında son derece karakteristik bir şekilde çözüme ulaştığında, on binlerce Ermeni, Dersim’in ormanlarla kaplı dağlarına sığındı. Dersimli Zazalar, takibata uğrayanlara sadece sığınma vermekle kalmayıp, birçok kez devletin tacizlerine karşı da korudular. Osmanlı, Dersimlinin hürriyetperver ruhuna tahammül etmeyip düzenli aralıklarla onlara karşı katliamlar gerçekleştirmiş olduğu gibi, bağımsızlığını yeni elde etmiş olan Türkiye devleti de bu durumu hazmetmedi. İttihatçıların bir devamı niteliğindeki Kemalist hükümet, “basit” katliamlarla yetinmeyip, nihai bir darbe planlayarak, bu “çıbanı” bir operasyonla temizlemeye karar verdi. Tıpkı 1915’te yapıldığı gibi. 1938 yılında tüm Dersim bölgesi çembere alındı. Yaş ve cinsiyet farkı gözetilmeksizin herkes katledildi. İnsanları kurşuna diziyor, kılıştan geçiriyor, diri-diri yakıyor ve kayalardan aşağı atıyorlardı. Dersimde, Soykırım yıllarında binlerce Ermeni’nin aşağı atıldığı yerler gösterilmekte, bu kayalar, halk tarafından “Ermeni kayaları” olarak anılmaktadır. Başka yerlerde ise, 1938 yılında Zazaların aşağı atıldığı yerler gösterilmektedir. Aynı el yazısı, aynı alınyazısı. 1938 katliamlarının bir nedeni de, Zazaların, Ermenileri korumaya cüret etmesiydi. Zazalar bunun için yüksek bir bedel ödedi. Halkın büyük bir kısmı katledildikten sonra, kalanlar Türkiye’nin batı bölgelerine sürgün edilerek, Sünni Türkler arasına dağıtıldı. Binlerce Zaza-Alevi çocuk, Sünni-Türk ailelere teslim edildi. Dersim katliamının, büyük oranda gerçekleştiği bir amacı daha vardı. Bu da, oraya sığınmış olan binlerce Ermeni’yi yok etmekti. 60’lı yıllarda af ilan edilip, sürgüne gönderilmiş olanlara geri dönüş izni verildiğinde insanların büyük bir kısmı geri döndü ve bugün, sürgüne gidip de tekrar geri dönmüş ailenin ferdi olmayan bir Dersimli bulmak hayli zordur. Lakin Dersimlilerin gailesi bu kadarla sona ermedi. Süregelen baskılar yeni isyanlara sebebiyet verdi ve bunlar da yeni takibatlar getirdi. Tüm bunların sonucunda, çok sayıda Dersimli İstanbul ve Avrupa’ya göç etmiş olduğundan dolayı, Ermenistanlı ailelerde olduğu gibi, burada da her bir aileden bir veya birkaç kişi gurbette yaşayıp geri kalanlara bakmaktadır.
Bu arada, gurbetten dönenler de yok değil. Mihran, bizi Dereova’ya, harikulade bir yere götürdü. 50-100 metre yükseklikteki kayalar boyunca sular akmakta, aşağıda toplanıp nehre dolmaktadır. Aşağıda, bir açık hava restoranı kurulmuş. Burada Mihran bizi kalabalık bir aileyle tanıştırdı. Geçlerin bazıları İstanbul’da, bazıları ise Almanya’da yaşıyordu, ailenin reisi ise Almanya’dan dönerek topraklarına sahip çıkmıştı. Tabii ki elinde kalanına… “Nerde bu gâvurlar” diyerek yaklaştı bize. Türkiye’de yıllar boyunca duymuş olduğum bu terim ilk defa olarak beni incitmedi.
Kanda gerçekten de bir “çekme” özelliği olmalı. Tüm aileyle oturup “her konuda” sohbet etmeye başladık. Onlar anlattıkça daha fazla sorular hâsıl oluyordu. Söz dönüp dolaşıp, benim çevirdiğim ve 1-2 ay önce yayınlanan bir kitaba geldi. Kitabın konusu, Pertek’ten canını zor kurtarıp Dersim’e sığınan bir çocuğun anılarıydı. Aniden, ailenin İstanbul’da yaşayan fertlerinden biri, çantasından, İstanbul’dan yanında getirdiği söz konusu kitabı çıkardı. Hepimiz şaşkınlıktan donup kalmıştık, fakat en büyük heyecanı ben ve o kız yaşadık. Dersim dağlarında, biri çantasından çevirmiş olduğun kitabı çıkarsın veya okuduğun kitabın çevirmenine Dersim dağlarında rastlayasın… Maalesef, topraklarına sahip çıkmak için Almanya’yı terk etmiş olan kişinin köyünü ziyaret edip, bahçesini göremedik. Dersim için zaman gerekiyor, çok zaman. Görecek, duyacak, hazmedecek, öncelikle de tüm bunları şahsi dimağında düzenleyecek onca şey, onca veri var, heyecanlar o denli çeşitli ki…
Kahvaltı yapacağımız Kestun Köyü’ne gittiğimizde, bizi davul-zurnayla karşıladılar. Oranın yerlileri ve diğer köylerden gelenler, uzun bıyıklı ve 80 yaşlarında birinin başkanlığında halaya başladı. “Maratuk’un” gençleri de toplandı ve bu sefer Ermeni “Koçarisi” çınladı. Yöre halkının oyunu sona erdi ve içlerinde bıyıklı barbaşının da olduğu bazıları, Ermenilerin çemberine girdi. Sağdan-soldan, o amcanın Ermeni olduğu, fakat hiçbir zaman bunu kabullenmediği konusunda haber verdiler. Lakin oyunun sonunda, kendisinin de Ermeni olduğunu gizlice gençlere ilettiğini öğrendik.
Türkiye’de Ermeni olmak, pasta yemek değildir. Ermenistan’ı ziyaret eden Türkiyeli Ermenileri, Ermenice konuşamadıklarından dolayı suçlayanlar bunu hiçbir zaman anlayamazlar, tabii, bu konuda Ermenistanlıların sesi sıcak yerden gelmektedir.
Her yerde, köyün, ağacın, bağın “Ermenilere” ait olduğunu anlattıkları gibi, Ermenilerin artık bu bölgede yaşamadıklarına dair de üzüntü duyulmaktaydı. Dersimlilere göre, Ermeniler burada olsa, hayat daha iyi olacaktı. Çoğu kez doğrudan “burası sizin topraklarınız” diyorlar ve ekliyorlardı “gelin, topraklarınıza sahip çıkın”. Şahane ve görkemli bir kilisenin kalıntılarını gördüğümüz Ergen Köyü’nde, buranın bir Ermeni köyü olduğunu ve Ermenilerin zamanında 140 haneye sahip olduğunu anlattılar. Bugün ise sadece 12 ev vardı. Köyün sakinlerinden biri, Ermenilerin, suyu “hagah” olarak anılan künklerle dağlardan getirmiş olduklarını anlatıp, bunun Ermenicede ne manaya geldiğini sordu. Ancak evde, notlarımı gözden geçirirken, bu kelimenin “hagag” (boğaz, gırtlak) olduğunu keşfettim. Hozat’ın buğdayının, zamanında Ergan ve çevredeki 47 köyden gittiğini anlattılar, bugün ise… “Ermenilerin” üzüm bağları kurumuş, sadece ceviz ağaçları kalmış, tabii ki onlar da “Ermenilerin”. Lakin hiçbir şeyi satamadıklarından dolayı, hiçbir şey de yetiştirmiyorlar. Şimdi, hazine bulmak ümidiyle mezar soymakla meşguller. Bu işi o denli ilerletmişleri ki, artık kendi mezarlarını dahi soymaya başlamışlar. Almanya’dan izne gelmiş olan köyün eski sakinlerinden biri, altın dişlerini sökmek için kendi ninesinin mezarının dahi açılmış olduğundan şikâyet etmekteydi. Yaşlılar, son Ermeni ailelerin çocuklarıyla büyümüş olduklarını anlatıyorlardı ve yaşlıca bir teyze Ermenice bir şiir okuyarak, bu şiirin manasını (bunca yıl sonra) bizden öğrenmek istiyordu.
Çevredeki, at figürlü mezar taşlarıyla dolu mezarlıklar da, Ergan’ın bir zamanlardaki nüfus yoğunluğunun işaretiydi.
Belirttiğimiz gibi Dersim, Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca kapalı bölge olmuştur. Bunun sebebi, Dersimlilerin isyankâr, baş eğmeyen tabiatlarıyla ilintilidir. Gerçekten de Dersimli, çağlar boyu devlete başkaldırmış, Osmanlı döneminde vergi verip askere gitmeyi reddetmiş, kendilerine telkin edildiği gibi Ermenileri öldüreceğine, onları kurtarmıştır. Dersim, günümüzde de Kürt kurtuluş mücadelesinin bir halkasıdır. Dersimli, her zaman olduğu gibi bugün de kaderini, diğerlerinin kaderiyle birleştirmekte, derdini diğerlerinin derdiyle “kaynaştırmaktadır”. Dersim, yeniden adaletsizliğe karşı verilen mücadelenin bayraktarıdır, fakat bu genel mücadelede kendine özgün yerini korumaktadır.
Türkiye şartlarına vakıf olduğumdan dolayı, devletin güvenlik güçlerinin bu bölgedeki “varsızlığı” beni hayrete düşürdü. Daha Dersim bölgesine girerken askeri noktadan geçecektik. Lakin genel alışkanlığın tersine, bizimle ilgilenmediler. Hayret, fakat Dersim’e giriş serbestti. Şehre girerken tekrar bir askeri kontrol noktasından geçecektik ve burada sadece kim olduğumuzu ve nereye gittiğimizi sordular. Kalan günlerde de, iki köy arasında gördüğümüz küçük bir konvoy haricinde, hiçbir asker veya polis gözükmedi. Silahlı kuvvetler tamamen görünmez olmuşlardı. Dersim’de güvenlik açısından bir şeyler mi değişmişti, yoksa festivalle ilgili bir durum muydu, cevaplamak zor, fakat bir şey kesindi, bu da, tüm Dersim bölgesinde hâkim olan, zincirlerden kurtuluş haliydi.
Festivalin kapanış konseri esnasında kızıl bayrak ve Mao posterleri taşıyan 100-200 kişilik bir grubun alana girmesi, genel Türkiye resmine hiçbir şekilde uymamaktadır. Genelde de, tüm kasaba ve köylerde Öcalan, Mao, Che Guevara ve 1938 yılında darağacına gönderilen Dersimli önder Seyit Rıza’nın resimlerine rastlamaktaydık. Türkiye gerçeğinde inanılmaz, fakat gerçek. Her halükârda, tüm bunlar, ordunun Dersim’den uzaklaşmış olduğu veya askeri operasyonların sona erdiği anlamına gelmemektedir. Ordu, yüksek duvarlar, tel örgüler ve kum torbalarıyla çevrelenmiş garnizonlarında toplanmıştı. Devletin gözü hâlâ her şeyi kontrol etmekteydi ve ordu bir anda duvarların dışında olabilirdi. 1938 yılında Türk askerleri tarafından binlerce Zazanın atılmış olduğu Halvori yakınlarında bulunan bir askeri üssün duvarında hâlâ, “vatan söz konusu olduğunda, gerisi teferruattır” sloganı yazılıydı. Türkiye’de çok yaygın ve çok kez tenkit edilmiş olan bir slogandır bu ve o “gerisi” içinde söz hürriyeti, insan hakları, insan yaşamı vb. yer bulmaktadır. Tam da bu üssün yakınında bize Laç veya Laş, yani lats (ağlama) veya leş olarak anılan, 1938 yılında kan akmış olan bir nehir gösterdiler.
En dokunaklı anları ise Medskert dönüşünde, Kestun Köyü’nde yaşadık. Giderken, hem Mihran’dan, hem de başkalarından, bu yol üzerinde hâlâ Ermenilerin yaşadığı köylerin olduğunu duyup dönüşte ziyaret etmeye karar verdik. Mihran, bizi sadece 1-2 evin bulunduğu bir yere götürdü. Sevgi ve şaşkınlıkla karşılandık, çünkü benzer bir ziyaret son 100 yıldır gerçekleşmemişti. Bizi felçli, duyma ve konuşma kabiliyetlerini yitirmiş yatalak bir yaşlı adamın yattığı odaya götürdüler, son Ermeniydi… Yaşlı adamın oğlu yarı-Ermeniydi ve kendisi de Zaza bir kadınla evlenmişti. Son soydaşımızın odasında hep birlikte bir dua okuduk. Duydu mu veya anladı mı? Bunun hiç önemi yoktu. Görevimizi yerine getirmiş olmaktan dolayı memnunduk, başka ne yapabilirdik ki? Bu, bu adam sayesinde, ne duaları, ne de mezarları olan binlercesine sunulan, kendine özgün bir ayin-i ruhaniydi. Az sonra, gelirken görüp de, muhakkak ziyaret etmeye karar verdiğimiz bir yere geldik. Tarif edilemez bir olaydı. Dev bir kayayı oyarak, içine bir kilise yapmışlardı. Ermenistan’daki Geğart manastırı gibi, dünyanın farklı yerlerinde kayalara oyulmuş kiliseler vardır, fakat bir başka yerde, tek başına duran bir kaya parçasının içi oyularak meydana getirilmiş bir kilisenin var olduğunu zannetmiyorum. Dayalı bir merdivenle kiliseye girdik. İnanılmaz bir şeydi, bu küçücük alanda, sunağıyla birlikte komple bir kilise vardı. Ancak bir Ermeni’nin aklından geçebilecek bir şey. Tekrar dini şarkılar okuduk ve ben, kilisede ayin okurken bu denli heyecanlandığım bir başka anı hatırlamıyorum. Gözyaşları hepimizi boğuyor ve ilahi okumamızı engelliyordu, fakat hiç kimse oluk-oluk akan gözyaşlarından dolayı utanmıyordu.
Genel olarak, Dersim’de bulunmak değişken ruh halleri yaşamak demektir. Bir üzüntü, bir hüzün, bir teessüf, bir infial. Bir gün sevinip, ertesi günü gözyaşlarına hâkim olamamak.
Vardavar’ı[1] Dersim’de kutladık. Hem de nasıl… Vakit gece yarısını çoktan geçmişti ve hepimiz (“Maratuk” grubu, İstanbul’dan bize katılan büyük bir grup ve diğer katılımcılar) bahçede kurulu masaların etrafında kümelenmiştik. Ermeni kimliğine rücu etmiş olan Mihran Pırkiç, vaftizinin bir yılını daha doldurmamıştı ve bu, onun ilk Vardavar’ı olacaktı, hem de soydaşları arasında. Esaslı bir Ermeni olabilmesi için kendisine bir de Vardavar “vaftizi” gerektiğine karar verdik. Aynı zamanda Mihran’ın vaftiz babası olan “Agos” redaktörü Sargis Seropyan, Mihran’ı çemberin ortasına getirerek onunla ilgili bir şeyler anlatmaya başladı. Bu arada bizden biri yaklaşıp Mihran’ın elinden cep telefonunu aldı. Zavallı Mİhran, her şeyden habersiz, arkadaşımızın neden elindeki telefonu aldığına bir anlam vermeye çalışırken, vaftiz babasının Mihran’ın “ikinci vaftizinden” konuşmaya başladığını fark etmedi bile, o anda da başından aşağı bir kova su yedi… Böylece Vardavar başlamış oldu. Yerinden kalkan, diğerini suluyordu. Sonunda hepimiz iç çamaşırlarımıza kadar ıslanmıştık. Hayatım boyunca, Dersim’deki gibi bir Vardavar kutlamamıştım. Biz Mihran’ı Vardevar’la “vaftiz” etmek isterken, hepimiz Dersim’de, Dersim’le “vaftiz” olduk.
Diran Lokmagözyan


[1] Vardavar, pagan dönemlerden kalmış olup Hıristiyanlığa uyarlanmış olduğu tahmin edilen bir bayramdır. Vardavar yortusu günü, insanlar birbirlerini suyla ıslatırlar.

7 yorum:

  1. Hep Türkler suçlu değil mi? Ermenilere karşı fikrimi değiştirmek istesem de sizler gibi insanları gördükçe fikrim sabit kalıyor.Siz nankör insanlarsınız. Siz irisinizn koltukları altına girdiğinizde dostunu satansınız. Hadi OSmanlı size her kötülüğü yaptı.Türkler soykırımcı. Peki daha 15 yıl önce siz Azerilere ne yaptınız. Hemde bu yüzyılda. Osmalı zamanındaki insana bakış ile şimdiki ir mi. Peki aynı şekilde mi değerlendiriliyor. YAzıklar olsun lan size. Nankörler.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bak nasil simdilerde senin gibi gitgide Turklerin bu soykirimi gerceklestirmis olabilecegi ihtimalini dile getirebilenler cikiyorsa ki bu 20 yil evvel kesinlikle inkarci zihniyetin yikamaya calisdigi beyinlerinizden dolayi mumkun degildi istre aynen de Riyakar ve sahtekar ayni zamanda da yalanci Azerilerin kendilerinin sebep olduklari bir Hodjali Katliaminin da asil kendilerinin sorumlu olduklarini ve bu olay olmadan evvel de Sumgait ve Bakude zaten kendilerinin Ermenilere yonelik saldirilar yapip olumlere yol actiklarini kabul edeceklerinin de gostergesi olacakdir.
      Sovyet doneminde sirf Bakude 150bine yakin yuksek tahsilli,kulturlu ve medeni Ermeni yasarken ,bir kivilcimla artik golgelerine tahammul edilemeyerek yok edildiler,,Ayni hiddet Karagagh-Artsakh gibi 100% Tarihi bir Ermeni topragi olan fakat Stalin sayesinde Azerilere gecmis Nakhichevan-Nahcivan daki Binlerce yillik Ermeni Tas Mezarlari anitlarina da yapilip UNESCO tarafindan korunma altina alinmis olmalarina ragmen yerle bir edilip uzerlerine beton ve asfalt dokuldu,,,anlayacaginiz sizin o Petrol sevginiz yuzunden nimetlerini bildiginiz Gardaslariniz katledecek Ermeni birakmadikdan sonra atalarimizin anit mezarlarinin varligina bile tahammul edemeyip hiddetlerini bu taslardan cikardilar cunku Karabaghdaki gibi gotlerine yiyecekleri tekmeyi iyi bildiklerinden Ermenilerin karsisina cikip da savasacak cesarete sahip bile degillerdi...
      Bu kadar yeter herhalde ,,anlayana.

      Sil
  2. Öncelikle bir insan olarak Ermenilere saygım sonsuzdur. Sizler çok dostçasınız. Bir Dersimli olarakta tüm dünyadaki insanları seviyorum. Doğamız gereği biz böyle insanlarız. Bir öğrenci olarak bu seneki ödevim 1915... Çok iyi bir şekilde anlatacağım. Yazınızda tek yanlış nokta Allah Muhammed ve Ali inancının İslam dininden sayılmamasıdır. Bu bana çok saçma geliyor. Bunlar benim görüşlerim. Sünnilik ayrıdır , Alevilik yolu da ayrıdır. Bir din değildir yoldur. Alevi kadınları başörtü takmazsa da o fotoğraftaki teyzenin başında ne arıyor o örtü? (Bu kadar saçma bir çelişki olamaz). Ben bu yazıyı siz Ermeniler olarak degil ''SİZ'' olarak ele alırsam birazcık Alevi-Zaza Türk veya Kürt kimligine sahip insanların asimileştirilmesi çağrışıyor beynimde. 1915-1921-1938 Ha Ermeniler... Ha Koçgiri Kürtleri Ha Dersim Alevi-Kürt ve Zazaları... Veya bu katliamları yaptıranlar (Anadolu halkı olarak yıllarca yaşadık bizler kardeşiz hepimiz birbirimize benzeriz. Birilerinin oyununa gelmemek lazım. )

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Inci hanim,tesbitlerinize yanit olarak vermek itedigim yan bilgi umarim konu hakkindaki sorularinizi kafanizdan siler.
      Birincisi,,Kizilbaslik,Alevilik,Bektasilik vs surekli olarak degisik cevrelerde gerek Kurtler gerek Zazalar gerekse hem Alevi hem Sunni Turkler tarafindan tartismali olarak ele alinir dolayisi ile yazar da edindigi izlenimlerden kaynaklanan bir bilgiyi burada aktarmis olmali.
      Ikincisi ise bizim Ermeni kadinlarimiz Istanbulda da gorulecegi gibi kiliseye girerken basortusu takma gibi bir aliskanliga sahipdirler dolayisi ile bu yazida sozu edilen yasli teyzenin de basinda basortusu olmasi onu illa ki Islama ait bir tutkuya sahip biri yapmaz bilakis gecmisde o topraklarda yasayan atalarindan gordugu geleneksel bir ortunme seklini de surduruyordur.
      Sevgiler

      Sil
  3. ermeni katliamini yapan osmanli askerleri degil, kurtlerin kendileriydi. dusmanla isbirligi yapan ermenileri bu topraklardan surmek cok iyi bir kararmis. eger ermeniler su an doguda olsaydi ,oranin hali ne olurdu allah bilir. alevilige gelince , alevilik alinin yoludur. ali ise muhammedin yolundadir.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. INKARCI ZIHNIYETTEN CIKAN BIR SONUCUN BASKA TURLU BIR SEY ILERI SURMESI BIZI SASIRTIRDI ZATEN.

      Sil
  4. ne kadar saçma yorum okudum. Halen bu zihniyet ! Ermeniler size ne yapti ki ?

    Ben bir dersimliyim, alevi oldugumu biliyorum ama kendimi tamamen islam disi olarak göruyyorum. Aslimin net olarak ne oldugunu bilmiyorum, topladigim bilgiler hep popüler verilerden ibarettir, pek fazla güven vermiyorum.
    Neyse ki nerden geldigim çok önemli degil, nereye gidecegim çok önemli !

    Eger Dersim'in kimlik ve kültürün bir parçasi ise Ermeniler, o zaman ben Ermeniyim. Gerisi hiç önemli degil ...

    YanıtlaSil